5 Aralık 2018 Çarşamba

TASAVVUF

TASAVVUF
Tasavvuf konusunda Feriduddin Attar (Tezkiretül Evliya), Hucviri (Keşf-el mahcup), Kelâbâzî(Ta'arruf), Kuşeyri (Kuşeyri Risalesi) gibi eski eserleri bir tarafa bırakacak olursak araştırma yapmak isterken karşılaşacağınız en önemli engel, yeterli ve ciddi kaynak sıkıntısıdır. Piyasada yığınla tasavvuf kitabına bakarak insanlar tasavvuf hakkında birçok kaynak olduğunu zannedebilirler, ancak durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Bunlar ya önüne gelenin yazdığı; "Tenbih-ül ğafilin", "menakıb-il arifin" türünden şeylerdir ya da tasavvuf geleneğine tamamen garazkârane bakan taraflı yayınlardır. İslâmî Harekete büyük bir sekte vuran Ali Kalkancı gibi cahil ve sahtekârların bile "İrşadul Müridin" gibi saçma sapan kitaplar yazdığı göz önüne alınacak olursa bu konuda piyasanın ne kadar gayrı ciddi kitaplarla dolu olduğu kolayca anlaşılır.
Evvela, biz Anadolu'da yaşayan Türklerin İslâmiyet'le nasıl tanıştığımız, tasavvufi cereyanların Anadolu'ya nasıl ve nereden girdiğini merak ettim. Bu Konuda Ordinaryüs Profesör Fuat Köprülü'nün "Türk Edebiyatında ilk mutasavvıflar" adlı eserinden başka faydalanılacak ciddi bir kaynak bulamadım. Bosna Hersek'li İsmail Fenni Ertuğrul merhumun İbn Arabî ve Vahdet-i Vücut Nazariyesine yapılan tenkitlere karşı yazdığı reddiyeden başka da Tasavvufa yapılan itirazlara cevap konusunda ciddi bir araştırmaya maalesef rastlamadım.
"İslâm hicri ikinci asırda tasavvufla büyük değişikliklere uğramaya başladı.
İran gibi eski ve zengin medeniyet, çölden gelen, mukavemet edilemez kuvvete (İslam'a) karşı hiç olmazsa manevi istiklalini muhafaza edecekti. İslâm, süratle yayılmaya, İran'da başka medeniyet ve dinlerle karşı karşıya gelmeye başlamıştı. Hint Medeniyeti, Musevilik, Suriye'yi baştanbaşa kaplamış olan Hıristiyanlık nüfuzu, Eski Yunan feylesoflarından çevrilmiş fikir cereyanları, bütün bu amiller dinî gelişme üzerine tesir icra ediyor, bu suretle geniş İslam memleketinin her tarafında çeşitli mezhep ve meslekler vücut bularak, birbirleriyle şiddetle çarpışıyorlardı. (İran Milli ruhunun İslamiyet üzerindeki tesirlerini iyi anlamak için Dozy'nin "tarihi İslamiyet”ine, Clement Huart'ın "Histoire Des Arabes"(1912-1913) indeki "Mehdi" faslına bakınız. F.Bloohet, İranîliğin, daha İslâmiyet'ten evvel Araplar üzerinde tesir icra ettiğine kuvvetli deliller getiriyor. Corci Zeydan sair bütün Arap tarihçileri gibi, Abbasi saltanatının İran tahakkümünden başka bir şey olmadığı kanaatindedir. Firdevsi'den Hakanî'ye kadar Acem neslinden birçok İran şairleri Ruhen Zerdüştîdirler (tıpkı bizim sözde Müslüman özde Şamanist birçok Türk yazar ve şairi gibi (R.E.)). Hatta Şeyh Ebul Kasım Cürcanî, bütün "Şeyhnameyi" mecusilerin medihleri ile doldurduğundan dolayı Firdevsî'nin cenaze namazını kılmak istememiştir.(Devletşah Tezkiresi (S.58))
Türklerin gittikçe artan taarruzlarıyla zaten yıkılmaya hazır bir hale gelmiş olan Sasani Saltanatı, Arap kılıcı karşısında önce boyun eğdikten sonra İranilik Hz. Hüseyin'in evladını Sasani'lerin varisi sayarak "Ehli Beyt'in hukukunu müdafaa" perdesi altında Arap medeniyetine ve İslâm Dinine dehşetli darbeler yurdu. Ve eski bir medeniyetin kolayca yok edilemeyeceğini. Zerdüşt Akidelerini İslâm kisvesi altına sokmak suretiyle açıkça gösterdi. İslâm Memleketlerinin her tarafında çeşitli mezhep ve meslekler hüküm sürüyor ve hükümdarların siyasi ihtirasları bunların gelişmesine büyük saha bırakıyordu.
Bu esnada İslâmiyet'in ilk asırlarında hiç mevcut değilken sonraları İran, Hind, Yunan fikirlerinin ve kısmen de İsevîliğin tesirleriyle - unsurlarından en fazlasını da İslâmiyet'ten alarak - teşekkül eden TASAVVUF Mesleki az zamanda bütün İslâm memleketlerini kaplamıştı.
İlk "sufi" unvanını alan ve Küfe'de ilk zaviyeyi kuran Kufeli Ebu Haşim'den sonra, Süfyan-ı Sevri,(H.168), Eski Hıristiyan keşişlerinin yetiştiği Mısır'dan yetişen Zun Nun-ı Mısrî (H.245), Horasanlı Beyazıd Bestami (H.261) Hallac-ı Mansur(H.309), Cüneydi Bağdadî ilk sufilerdendir. Kuşeyri (H.465-M.1072) meşhur risalesiyle tasavvuf mesleğinin Ehlisünnete uygunluğunu ispata çalışıyor. Daha sonra Gazali (H.410-505.M. 1058-1112), bu hususu zihinlere telkini başarıyor.
Daha sonra bazı meşhur alimlerin bir çoklarının, hükümdar ve ümeranın bu cereyana kapılmasıyla, İslâm aleminin her tarafına şeyh ve dervişler yetişiyor ve yeni içtimai zümreler oluşuyordu.
Bilhassa her büyük şeyhin ölümünden sonra amme muhayyilesi, onu bir keramet halesiyle ihata etmekte idi. Tarihi ve ilmi kıymeti olmayan hurafelerle dolu menakıbe kitapları bir yana, Sufîlik tarihinin en kıymetli kaynakları bile bu gibi muhayyelat ile doludur.
Fergana'da Türkler ilk defa kendi şeyhlerine "BAB" (BABA) adı verdiler.
İslamiyet Türkistan'a girince Herat, Nişabur, Merv, III. asırda nasıl mutasavvıflarla dolup taştıysa, Fergana'da da şeyhlere rastlanmaya başladı. Horasan'a herhangi bir münasebetle gidip gelen Türkler arasında da mutasavvıflar yetişiyordu.
Meşhur sufi Ebu Said Ebu Hayr'ın pek ziyade hürmet ettiği Muhammet Maşuk Tusi ile Emir Ali Abu Halis Türk idiler. Buhara ve Semerkant'ta yayılmaya başlayan Sufilik,   göçebe Türklere yeni akideler götürüyordu.   TÜRKLER, DERVİŞLERİ ESKİDEN DERİN HÜRMET DUYDUKLARI ŞAMAN OZANLARINA BENZETEREK HARARETLE KABUL EDİYORLARDI. BU SURETLE ESKİ OZANLARIN YERİNİ "ATA" YA DA "BAB" (BABA) UNVANLI BİR TAKIM DERVİŞLER ALMIŞTI. (Çevrenizde özellikle ırkçı (milliyetçi) yönü ağır basan kimselerden sıklıkla eski Türkler'in İslâmiyet'i çok kolay kabul ettiklerini, çünkü Türkler'in eski dininin de zaten İslâm'a yakın olduğunu iddia ettiklerini duymuşsunuzdur). Aslında "Tasavvufa yakındı" demeleri daha doğru olurdu kanaatindeyiz (R.E.)
TÜRKLER İSLÂMİYET'İN BİRÇOK UNSURLARINI DOĞRUDAN DOĞRUYA ARAPLAR'DAN DEĞİL, ACEMLER VASITASIYLA ALDILAR. Kutadgu Bilig'de İran tesirleri açıkça göze çarpar."7
Türklerin büyük saygı duyduğu ilk Türk mutasavvıflarından Ahmet Yesevi, Peygamberimizin erkek evladı yaşamadığı için, kendi oğullarının ölüm haberini getirecek olanlara büyük bir ödül vaadetmiştir. 63 yaşına varınca (peygamberimiz bu yaşta vefat ettiği için) kendisine bir mezar yaptırmış, geri kalan ömrünü orada geçirmiş ve oradan hiç çıkmamıştır. Bu davranışın bir bağlılık ifadesi olarak algılanması mümkünse de unutmamak gerekir ki, Hint mistikleri ya da Hıristiyan ruhbanları da sapkın dinî anlayışlarına delicesine bağlıdırlar, Hatta Hz. İsa'nın güya çarmıha gerildiğinde duyduğu acıyı hissetmek için ellerini ayaklarım tıpkı onun gibi çarmıha çiviletenlere bile rastlanıldığını biliyorsunuz.
Türklerin İslâmiyet'e böylesine tasavvuf kanalıyla bodoslama daldığını öğrendikten sonra şimdi de İlk mutasavvıflarla, bu cereyana tepki gösterenlere bir bakalım, yani bir anlamda İslâm Düşünce Tarihine şöyle bir göz atalım.
Tasavvuf daha başlangıcından itibaren şarlatanların cirit attığı bir saha haline gelmesi kaçınılmaz oldu, çünkü bu saha daima vasatın üzerinde bir şeyler arayanların ilgi duyduğu bir alandır. Tasavvuf üzerine yazılmış ilk risaleler, iki belli başlı amaç için kaleme alınmıştır:
1. Bu eseri okuyan herkese tasavvufun gerçekte ne anlama geldiğine işaret etmek,
2. Şarlatanların su istimallerine karşı olabildiğince güçlü bir protesto notası vermek ve tasavvuf yoluna bağlanmak isteyenlerin bu şarlatanların kucağına düşmelerine engel olmak. Bu konudaki eserlerin ilki olmasa da ilklerden biri olan "Kitab-el Luma" nın yazarı Serrâc (öl.466/1063), tasavvuf risalelerini nasıl elde ettiğine dair duygularını şöyle ifade etmiştir: "Bu grup (sufiler) içindeki dürüst ve seçkin olanların ilke, hedef ve metotlarını anlamak zorunludur; öyle ki biz onları (gerçek sufileri) onların kisvesine bürünen ve kendilerini Sufi diye tanıtan taklitlerinden ayırt edebilelim." "Bu günlerde bunlardan birçok olaya şahit olunmaktadır." Diye ekler Serrâc, "bunlar Sufi gibi gösteriş yapar, kendilerine gerçek sufi derler ve tasavvufla alakalı her türlü sorgu-suale cevap vermekle meşgul olurlar.” Bu sahtekârların hepsi tasavvufa dair bir iki kitap yazdığı iddiasındadır; gerçekteyse onlar, aynı biçimde anlamsız ve aptalca sorulara cevap verirken işe yaramaz ve saçma derecesinde anlamsız materyali kullanmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bu sahtekârlar, iyi olmamak bir yana, bunu sürekli yapmanın bir kötülük olduğunun da farkında değildirler." Dikkat edilirse Tasavvuf konusunda yazılan ilk eserlerden birinde bile yoğun bir şekilde bu yolun sahtekârlarından bahsedilmekte ve insanlar uyarılmaktadırlar; dolayısıyla tasavvufa dair eleştirilere bu yoldan ekmek parası kazanan esnafların, cevap verirken "bu yolun sahtekârları sonradan çıkmıştır eskiden yoktu" şeklindeki itirazları tutarsızdır. İkinci bir husus Serrac Tasavvuf risalelerini yazarken topladığı materyali Kur'an ya da Peygamberin sünnetinden devşirdiğini iddia etmiyor, "dürüst ve seçkin sufilerin ilke, hedef ve metotlarından" topladığını söylüyor; dolayısıyla zamanımızın türedi sufilerinin tasavvufu tamamen Kur'an ve Sünnete dayandırma gayretlerini de beyhude bir çaba olarak görüyoruz.
El-Kuşeyri de (Öİ.465/1072) risalesinde aynı üslupla şunları söyler:" Tasavvuf yolunda bir duraklama ve gevşeme baş göstermiştir. DAHA DOĞRUSU BU YOL HAKİKİ MANASIYLA YOK OLUP GİTMİŞTİR. Kendileriyle hidayete ulaşılan şeyhler vefat edip gitmiş şeyhlerin gidişatına ve adetlerine tabii olan gençler azalmış, verâ kaybolmuş, sergisi durulmuş, tamah kuvvetlenmiş , ihtirasın kökleri ve bağları güçlenmiştir. Şeriat'a hürmet hissi kalblerden zail olmuştur. Daha geç dönemde ise Keşf el-Mahcub'un yazarı Ali Hucvirî (Öİ.456/1063) zamanında yaygın olan bozulmadan daha sert bir dille bahseder:"Allah azze ve celle bizi öyle bir zamanda yarattı ki, o zamanda yaşayanlar heva ve hevese şeriat adını veriyorlar. Kibirlenmeye. başkan olma hırsına ve makam tutkusuna izzet ve ilim, halka karşı mürailik yapmaya hasiyet; kinlerini kalplerinde gizli tutmaya hilm; mücadeleye münazara; muhasebeye ve sefihliğe azamet; münafıklığa zühd; temenniye irade; nefsani hezeyanlara marifet; gönlün hareketlerine nefsin desiselerine muhabbet; ilhada fakr; inkâra safvet; zındıklığa fena; peygamberin (as) şeriatını terk etmeye tarikat ve zamane ehlinin afetlerine muamele ismini veriyorlar." (Hucvirî bir de zamanımız tasavvufçu geçinen sahtekârları görseydi ne derdi acaba? R.E).
Tasavvuf konusundaki kaynaklarımızın hiçbirisi 5./11. yüzyıldan önceye gitmez.
Merak edilen konulardan biriside şudur: ilk sufilere karşı alimlerin tavrı ne oluştur?
İbn Kayyım El Cevzi İbn Teymiyye Tasavvufun aleyhindeki Sünni alimlerdendir. İmam Ahmet Bin Hanbel, öğrencileri Hasis ve Ebu Zur'a çağdaşı, bütün sufilerin saygı duyduğu Haris Muhasibi'den hoşlanmıyorlardı.
Meşhur muhaddis Ebu Zur'a; "Haris Muhasibi'nin eserlerinden sakının, bu eserlerde bid'at ve dalâletten başka bir şey yoktur." "bu eserlerde ibret ve ders alacak şeyler var" diyenlere , "Allah'ın kitabından ibret almayanlar bu kitaplardan ibret alıp da ne yapacaklar?" İmam Malik, İmam Evzai ve Süfyan Sevri, nefsin vesvesesi konusunda ve havat konusunda eser yazdılar mı? Şimdiki insanlar ne çabuk bid'at'a koşuyorlar?"9 İbn-i Akil :" İslâm dinine en zararlı iki zümre kelamcılar ve sufilerdir. Kelamın ulaştığı gaye şüphecilik, tasavvufun ise şathiyecilik (naslara zıt şeyler söylemek) tir. 10 Şatıbî: " türedi sufiler ayete, hadise ve şer'i naslara aykırı bile olsa kitaplarda nakledilen mutasavvıfların sözlerine ve menkıbelerine bağlanıyorlar ve bunları kendilerine din haline getiriyorlar. Veliliği sabit olanların her söz ve fiili haktır, uyulması gerekir, fıkıh avam için, tarikat havas içindir diyorlar. Mutasavvıfların söz ve davranışlarına hüsn-ü zan gösterdikleri halde Muhammed (as) in şeriatına hüsn-ü zan beslemiyorlar. Bu ise Hakka değil kişilere uymak manasına gelir." Türbelerden, ruhlardan istimdat etmek, bütün sufilerce kabul, fıkıh ye kelam alimlerinin tamamınca reddedilmiştir. İLK ÜÇ NESİLDE BÖYLE BİR TATBİKAT YOKTUR.11
Nesefî, Akaidün-Nesefiye adlı eserinde ; "Hak ehli olanlara göre ilham bir şeyin sıhhatini tespit etme konusunda işe yarar bir vasıta ve ölçü değildir."
Taftazani biraz yumuşatarak; " ilham ancak sahibini bağlar, başkasını bağlamaz" der.
Kaffal: "ilhamla ilim sahibi olmak mümkün olsaydı aklın ve düşüncenin manası kalmazdı."12
Nesefi: " Naslar zahiri manasına hamledilir. Bir nassın zahirinden anlaşılan ne ise nassın manası odur. Zahiri manaları bir tarafa bırakarak, ehli batının iddia ettikleri birtakım manaları kabul etmek ilhad ve küfürdür. (Metnül Akaid)
İbn Arabinin Fütuhat ve Füsüs' daki fikirlerinin çoğu bazı fıkıh alimlerince zındıklık, ilhad ve küfür olarak görülmüş ve kendisine "Şeyhül Ekfer" denmişti. (Alauddin Buharı "Fazihatul Mulhidin eseri ile Ali Kâri'nin İbn Arabî aleyhindeki risaleleri 1294/1877'de İstanbul'da basılmış, İsmail Fenni tarafından bunlara reddiye yazılmıştır. )13
Hallac-ı Mansur (309/921) ulema heyetinin verdiği hükümle zındık sayılmış ve idam edilmiştir.
Beyazıd Bestami, "sultanul Arifin" , ulemanın baskısıyla 7 defa sürülmüştür. Zünnun-ı Mısrî 'nın zındık olduğu ileri sürülerek ellerine kelepçe takılmış ve Mısır'dan Bağdat'a sürülmüştür.
Cüneyd gibi temkinli bir sufi bile ulemanın baskısından çekindiği için tasavvufi telkinleri fıkıh perdesi altında ve kapalı kapılar ardında yapmaya mecbur kalmıştır.
İmam Ebu Bekir Nablusi, Mısırda derisi yüzülerek idam edildi.14
Tasavvufu (özellikle Vahdet-i vucut) eleştirirken bazı kardeşlerimizin - haklı olarak- akıllarına yukarıda örneğini verdiğimiz zatlar; bazen de aslında tasavvufçu dahi olmayan bir çok İslâm alimi geldiği için şiddetle tepki göstermektedirler. Hâlbuki biz onları ayırıyoruz; Hasan Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Mavlana Halid, Kuşeyri, Serrâc, Kelebâzi, Hucvirî, Gazali, İmam-ı Rabbani; son devirden örnek verecek olursak, M.Zahid Kotku ve bunlar gibi tasavvuf disiplinini, Şeriat'ın, Kur'an ve sünnetin yaşandığı bir okul haline getirenlerle hiçbir alıp veremediğimiz yoktur.
RÜŞTÜ EMİR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınız küfür hakaret içermesin. Kendi görüş ve düşüncelerinizi ekleyebilirsiniz.

KURAN VE NEBEVİ SÜNNET: BUGÜNKÜ HALİMİZİ BEN BÖYLE OKUYORUM! YA SİZ!!!?

KURAN VE NEBEVİ SÜNNET: BUGÜNKÜ HALİMİZİ BEN BÖYLE OKUYORUM! YA SİZ!!!? : MAKSAT DİN KAYGISI VE HAKİKATLERİN ORTAYA ÇIKARTILMASI İSE ; insa...