Tasavvuf- tarikat- yol
Dinin reforme edilmiş halini asıl sayan insana ne demeli!..?
Fetihler sonucu
farklı kültürdeki toplumların bir araya gelmesinin en önemli sonuçlarından
birisi kültürel etkileşimler olmuştur. Bundan en çok olumsuz etkilenen sözlü
kültüre sahip Arap toplumu olmuştur. Bunun sonucu Kuran dilini bilmeyen farklı
kültürlere sahip toplulukların İslam’a girerken beraberlerinde din ve
kültürlerini getirmelerine engel olamamıştır. Eski kadim kültüre sahip acemler Abbasî
dönemlerinde bürokrasinin önemli kademelerini ele geçirerek, devlet yönetimi ve
dinin genetiğini kendi anlayışları çerçevesinde biçimlendirmesini bilmişlerdir.
Tasavvufun ilk defa İslam içinde görülmeye başlaması yine acemler kanalıyla
sağlanmıştır.
Bu
ortamda; yönetimden nemalanmak, kendi
konum, inanç ve bilgilerine delil üretmek isten bir takım hırs ve bencil
insanlar; Emevi döneminde başlayan, diğer fraksiyonlar arasında da hızla devam
eden hadis uydurma furyasını devam ettirmişlerdir. Bu iş öyle bir durum arz
etmiştir ki, bazılarının mesleği haline gelmiş ve para ile isteyen herkese
ravileriyle birlikte hadis uydurabilmişler ve bundan sevap aldığını iddia
edenler bile olmuştur.
Siyasi kavgalara karışmayan
Müslümanların bir kısmı kendilerini ibadete vererek kendi kabuklarının içinde
kalmaları Emevi iktidarlarının hoşuna gitmiştir. Peygamberimiz döneminde
başlayan ve peygamberimizce reddedilen “gündüzleri oruç, geceleri ibadetle”
geçirerek daha iyi Müslüman olma eğilimini kullanmayı ihmal etmemişlerdir. “Ne
kadar çok ibadet o kadar iyi Müslüman olma ” fikri çerçevesinde, “İslam ibadet
dinidir” algısını yönetmek için bir takım ibadetler üretilmiştir. Halkın geneline “siyasetle
sizin ne işiniz var?. Amaç cennete gitmekse, işte bir sürü yapacağınız
ibadet var. Bunlarla uğraşın. Zira bizim burada sizi yönetiyor olmamız Allah’ın
kaderidir. “ Allah istemese biz burada olur muyduk”? Sözleriyle Kuran’i izahın dışında yeni bir
kader inancı ihdas etmişlerdir. Gasp ile elde ettikleri iktidarın kaybetmemek
için yaptıkları zulmü Allah’ ın üzerine atmışlardır. Gelişmelerin etkisiyle
topluma sirayet eden roma, Hint ve acem kültürlerini de kullanarak düşünmeyen
köle ruhlu bir toplum inşası hedeflenmiştir.
Zulümden kavgadan ihtirastan adaletsizlikten bıkan insanlar bu
huzursuzluktan kendilerini bir nebze kurtarmak için, İslam’ı daha iyi anlama ve
yaşama arayışına girmişlerdir. Hz. Ali’
örnekliği ile başlayan, iyi Müslüman olmak gayreti ile, farklı kültürlerden
gelen bir takım ritüellerin karışımıyla ibadette çeşitliliğin arttığı ve
ağırlığın ibadete, toplumdan uzaklaşmaya, verildiği tasavvuf ortaya çıkmıştır.
Bunun ana felsefesi “Bir lokma ekmek bir hırka”
İçinde iyi
örneklerin bir hayli çok olduğu bu yapı, başlangıç ve daha sonraki aşamalarda
farklılıklar göstermiştir. İslam’da
olmayan bir takım ritüeller daha
sonraları nerdeyse İslam olmanın şartı olarak gösterilir ve inanılır
olmuştur!. Bilgi kaynakları, İslam’ı
anlayıştan ayrıdır. Kısaca buna değinindilerse; Peygamberlik vasıflarından biri
olan nübüvvetin yanına, onun bir benzeri olan hatta haşa ondan çok üstün
yönleri bulunan bir de velayet müessesi
konulmuştur!. Buna göre evliyalar, imamlar peygamber değillerdir. Ancak,
velayet sahibidirler. Onlar bilgiyi Allah’tan;
keşif, ilham ve rüya, yolu ile vasıtasız olarak
alırlar.! İstedikleri zaman Allah
ile görüşürler. Bazen de Hz. peygambere tasdik ettirirler. Dolayısıyla evliya olduğuna inanılan bir
kişinin bilgisi de asla sorgulanamaz. Onların sözü de hadistir. Dolayısıyla
rivayetlerinde senet zikretmelerine gerek yoktur. Onlara göre bir rivayetin tasavvufi bir
eserde geçmesi o hadisin doğruluğu için yeterlidir. Yani usulü anlamda bir
rivayet bilinci gelişmemiştir tasavvufçularda. Tasavvuf kitaplarında geçen şeyh
sözleri zamanla hadis olarak nakledilmiştir.
Bu anlayış kendini güçlendirmek ve topluma
manevi yönden egemen olmak için, başlangıçta Kuran’dan deliller aramaya
başlamıştır. Kuran’a bütüncül yaklaşmak
yerine parçacı yaklaşımlarla kendi
yöntemlerini destekleyen belirli ayetleri arzuları istikametinde
kullanmışlardır. Kuran’dan yeterince destek bulamadıklarında siyasi ve
asabiyet peşinden koşanlardan gelir
kalmamışlar aynı metodu tasavvufçularda kullanmıştır. “ Müslümanları iyiliğe ve bol ibadete sevk
etmek, kötülükten uzaklaştırmak, dine daha çok fayda sağlamak ve Müslümanlar
arasındaki ihtilafları yok etmek, fırkaları birbirine yaklaştırmak için hadis
uydurmuşlardır." Koçyiğit,
Talat, Hadis Usulü, Ankara 1977, s. 141. Konuyla alakalı olarak yazılan eserlerin
hemen hemen hepsine bakıldığında, zühd ve hayır maksadıyla hadisler
uydurulduğundan ve bu işi yapanların bazı zahitler ve Salihler olduğu
söylenmektedir. Bunu Müslim' mukaddimesinde şu sözlerle
ifade edilmiştir: "Hayra ve zühde
nispet edilen kişiden daha çok yalan söyleyen görmedim .
Akımların
kendine özgü kutsal alimi vardır. Bunlar;
resul ve velayet makamındadırlar. Masumdurlar.
Günah işlemedikleri için söylemleri ve şahsiyetleri tartışılmaz.! Kerametleri;
Diriyi öldürüp, ölüyü diriltmek, söz
dinlemeyen müritlerin imanını almak, düzelince iade etmek, son nefeste şeytana karşı
müritlerin imamını korumak, Kabirdeki
ölülerin durumuna vakıf olmak ve onlarla konuşabilmek, suda yürüyüp havada uçmak, insanların kalbindeki sırları bilmek. Gaybi bililere sahip olmak, Rüzgâra istediği
emri vermek, ateşten etkilenmemek, öleceği vakti tayin etmek. vb. Bu kadar güç
sahibi olanların elbette söyleyeceği çok şeyler olacaktır. olmuştur da! Bu sözleri sadece taraftarları arasında kalmamış,
zamanla tefsir ve fıkıh kitaplarında yansımıştır.
Kuran ve
peygamberi örnekliği merkezde tutan ve bunların dışındaki ilavelere mesafeli
duran ana damar, bu sürecin başladığında
çok güçlü idi. Bu dönemde İslam dünyası , Astronomi, cebir, tıp, vb.
ilimlerde dünyaya öncülük etmekteydi.
Ancak, Nizamiye Medreseleri
kurulması ve başına tasavvuf geleneğinden gelenlerin oturtulmasıyla ilim
dünyevi ve uhrevi şeklinde ikiye ayrılmış, dünyevi addedilen ilim önemini
kaybetmeye başlamıştır. Bu anlayış devletin de din anlayışı haline dönüştürülmesiyle, İslam
dünyasında ilim ve teknikte durağanlaşma başlamıştır. İçtihat
kapısı kapatılmıştır. Şafilerde bir müddet daha devam eden içtihat Mısır ın
fethi ile tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Bunun sonucunda; Çok okunan pek anlaşılmayan Allah kelamı, doğru
ve yanlışın iç içe geçtiği hadisler, İlim ehlininim ortaya koyduğu farklı yorumlar,
masumiyet atfedilen yüceltilmiş şahsiyetlerin dini yorumları, israiliyat,
uydurma menkıbeler, keramet ehlinin yaşam tarzlarından oluşan geleneğin adı
islam olmaya başlamıştır.
Bu oluşumun
günümüze yansımasına gelirsek;
İslamı anlama
ve hayat haline getirme konusunda, peygamberi örnekliği anlatan rivayetlerdeki farklılık ve çelişkiler sanıldığından
çok fazladır. İlim ehlini zahiri görenler
için, ( tasavvuf ve tarikatçılar) çelişkili
ve uydurma rivayetler oldukça verimli bir alandır. Delil olarak ileri
sürdükleri bir takım uydurma gaybi
bilgilerle Kuran’ın batıni anlamlarını
daha kolay anladıklarını iddia ederler!
Hakiki ilim sahiplerine karşı bunu üstünlük sayarlar. Ulaşabildikleri herkese; uydurmaları, eksik
bilgileri, farklı kültürlerden taşınan algıları doğru İslam diye anlatır, beyin yıkamaya
çalışırlar. Ne gariptir ki bunlar;
kanaatlerinin kaynağını “Kuran ve Sünnet ”ten aldığını iddia etmeyi de ihmal
etmezler. Kendi usul esas ve kabullerinin ehlisünnet olduğunu iddia ederler.
Sıkıştıkları yerlerde Kuran’dan delil
üretirler. Zaten hadis konusunda malzemeleri oldukça çoktur. Yine bunlar Kuran
ve sünnet çerçevesinden zerre kadar sapılmaması gerektiği propagandası ile
kendilerine uymayan herkesi Sünnet düşmanı ilan ederler. Buda okumayan toplum
için oldukça etkilidir.. “Kuran ve
nebevi sünnet” diyenleri reformist, oryantalist, hadis inkarcısı, diye itham
ederek, itibarsızlaştırmak, susturmak en büyük hedeflerindendir. Onlara karşı
sürekli saldırma metodunu kullanırlar. Her
türlü siyasi akımla barışık olurlar. Oportünist davranırlar. Barışık
olmadıkları kesim sadece Kuran ve Nebevi sünnet diyenlerledir. Böyle olunca da hakikat onlar hatta yüzlerle ifade edilir
oldu!. Bu tezatları gören aklı başında insanlar, dinden soğurken, her şeyi
düşünmeden kabul eden aklını teslim edenler farklılıkları hikmet sayalar.
Özet olarak bu
dönemlerde ıslama yapılan en büyük kötülük olarak Emevilerde, Allah’ın “apaçık” ettim dediği kitap; anlaşılma özelliğini yavaş yavaş kaybederek,
Hastalıklara şifa için,
sıkıntıların giderilmesi amacıyla, ölmek
üzere olan hastaların imanlı gitmesi ve
sevap için mezarda yatanların ruhuna çokça okunan hatim kitabı
olmaya başlamıştır. (Bunlar genel
ifadelerdir elbette Ömer bin Abdul Azizi gibi nadide şahsiyetler bu durumu
tersine çevirmeye çalışmışlardır. Ancak yaşatmamışlardır.) Abbasi döneminde
Kuran’a karşı şüphe uyandıran, bazı ayet ve surelerin daha sonra Kuranda görülmediği bazı ayetlerin keçi
tarafından yendiği gibi uydurmalar sahih adı ile anılan kitaplara konulmuş,
hadis vahiy sayılmış, Kuran’a karşı paralel bir vahiy oluşturulmuştur.
Sonuçta
din; uydurmaların yer aldığı
kaynaklardan öğrenilince, Şeriat ve sünnet bilinci bu çerçevede algılanır
olmuştur. Dini kaynağından orijinali gibi öğrenme imkanı olmayan, veya
uydurmaların çoğunlukta olduğu kanalları, doğru din olarak algılayan insanların,
anlaşılmaz olarak kabul ettiği Kuran’a bakışı ne olabilir!..? Onları kanaatlerinden nasıl vazgeçirebilirsiniz? Bu hususları onlara söylediğiniz zaman size
acıyarak bakacaklardır. Sizi dini
bozacak proje insan olarak görecek İster istemez tepki gösterecek hatta kafir
bile diyecektir. İşte halimiz. Kuran’a ve
hakiki peygamber örnekliğine dön diyen insanlar proje, oryantalist, reformist
olacaklar, dine sonradan katılan
hurafelerle yetişmiş kafalar alim, zahit, evliya gibi sıfatlarla
anılacak!.
Ha şunu da
söylemek gerekir ki toplumumuzda gerçekten reformist, oryantalizme hizmet eden
hadisleri ve peygamberi örnekliği yok hükmünde sayan, guruplar ve grupçuklarda vardır. Bunlara
karşı elbette bir tavır sergilenmelidir. Bunlar görmezlikten gelinecek bir
husus değil. Ancak Kuran’a dönmek öze
dönmektir. Reform aslında dine sonradan
yukarda anlatılan uydurmalarla
yapılmıştır. Kuran’a yardımcılar getirilmiştir. Yüce rab kitabında
mahşerde herkese “yalnız Kuran’dan imtihan edileceksiniz”. Diyor. Biz ise onu
yeterli bulmuyoruz. Yazık!..
Allah resulü sahabesine ve yakınlarına “Ben türedi bir peygamber değilim.”, “Bana da
size de ne yapılacağını bilemem”. Kızına; “ Kızım fatıma Allah’tan geleceğini
satın al babam peygamberdir diye güvenme” diyerek sevdiklerini
kurtaramayacağını ifade ederken, Allah’a
rağmen Hz. Peygamberin şefaat edeceğini nerdeyse imani bir kabul haline getiren,
insani gayretleri hiçe sayan, torpil, iltimas, emeksiz çok kazanmayı özendiren,
Kuranda anlatılan güzel ahlakı amelden ayıran, Allah’ın affetmediği tek günah
şirk iken başka alanlara kaydıran bu kabullerin getirdiği anlayıştan örnekler; Gavslık makamında olanların; müritlerinin
imanını garanti ettiğine inanıldığını görüyoruz!. Peygamberimizin bile Allah’ı göremediği bu
alemde Beyazıd i bestami’nin gerçek ten
” Allah (c.c) bana parlak tüysüz bi oğlan olarak göründü”. Dediğine şahit
oluyoruz..! Yine büyük alimimiz İmam Şarani tabakatın da. “Müridin imanı şeyhin
elindedir. Şeyh müridin imanını alıp istediği zamanda verebildiğini kendi
yazdıkları kitaplarda okuyoruz. Furkan
adlı kitapda; Kabir sualinde üstat “çekilin benim müridime hesap soramazsınız”
diyecek. Allaha ulaşmak için gavs şarttır. Aksi takdirde ulaşmak mümkün
değildir. İmam Gazali, İhyaui Ulumiddin: 4.C 610.S “Beyazid-i Bistami’yi bir kere görmen
Allah’ı 70 defa görmenden daha hayırlıdır”. Yine ihya cilt 4 sayfa 616 da. “Allah ın yardımını
kullara iletmek de yine gavs vasıtasıyla oluyor”. Tasavvufçuların marifeti bunlarla
bitmiyor ki hızırı gördüm. Bana şu ibadeti telkin etti. Hz
Ali’ni kucağına şu zikirler havadan döküldü.! gibi vehimlerle ibadet ortaya konduğu, İbadet
ve itikatlarda bile içtihatlara gidildiğini
görmekteyiz. Bu ve buna benzer
uydurmaları hak göstermek için tasavvuf
kitaplarında yer alan farklı uydurmalar o kadar çok ki hangisini sayarsınız?
Bir örnek daha; Nakşibendi şeyhi Hacegî Ahmed Kâsânî 1542 bazı
risalelerinde hz peygambere
nispetle şunu nakleder. “ Allah tala
benim kalbime ne dökmüşse, bende onu Ebu Bekir’in kalbine döktüm “ ifadesini
nakletmiştir. Yine Muhammet bin
Hüseyin kazvini Ölümü Miladi 1570 Dımeşte kaleme aldığı “ Silsilenameyi Hacegani
Nakşibent adlı kitabında mağara
hadisini naklediyor. Hz Peygamber hicret
esnasında serv mağarasında Hz Ebu Bekir’e diz üstü gözleri kapalı olarak kalbi
zikrin-rabıtanın nasıl yapılacağını üç defa telkin ettiğini anlatmıştır.
Bu ifadeler önceki hiçbir kaynakta, Hadis tarih kitaplarında
bulunmadığı gibi ilk dönemlerde yazılan
tasavvuf eserlerinde dahi böyle bir rivayet olmadığını söyleyen Prof. Dr. Necdet Tosun hoca; Osmanlı döneminde 1660 yılında sarı Abdullah
olmak üzere bir çok kişinin kitaplarında yer alarak dilden dile bu uydurmanın
meşhurlaştırıldığını ifade etmektedir.
Böyle bir uydurmanın sebebini de
16 asırda Necmettin Kübra’nın Nakşi tasavvufçularına, “sizin adabınız, erkanınız söylemleriniz
uydurmadır” ifadesi üzerine
savunma amaçlı uydurulmuş olabileceği kanaatini zikreder.
Kuran ve Nebevi sünnete taban taban zıt
bu görüş ve düşünceleri Gazali veya Şarani söyledi diye bir şey söylemeyecek miyiz? Bunları bizim eski
âlimlerimiz, ne söylemişse doğru söylemiş, bizim bilmediğimiz bir hikmet var mı
diyeceğiz? Birilerine; şeyhe, gavsa
tapıcı derken, bizde onları masum görerek eski alim tapıcılığı yapmış olmuyor muyuz? Sorun
olan anlayış; “Benim hocam hata yapmaz”!......Duruşudur. Yanlış yapabilir
yapmalıdır da Çünkü onlar insan. Eleştiri veya tartışma konusu yapmak, benim dediğim olsun için, yıkmak için değil,
yol bulmak içindir.. Akıl ancak ilmin ışığında doğruyu bulabilir. Bu ifade
Kuran’i bir ifadedir. Bizlerde Kuran’ın ışığında meselelere bakarsak veya
bakanları takip edersek geçmişte de günümüzde de doğruyu yapanların yanlışlarının
da olduğunu görmemiz mümkün olacaktır.
Burada esas olan, kimseyi tekfir etmeden, işin uzmanlarını dinler ve en uygun olanı kabullenirsek, Allah’ın övdüğüne mazhar oluruz. Zira iman
konusu kul ile Allah arasındaki bir mahremdir.
Allah bu alanı kimsenin tekeline bırakmamıştır. Tevhide, nübüvvete ve
meada (öldükten sonra dirilmeye) iman eden
herkes Müslümandır. Ama insanlar
farkında olmadan şirke bulaşmış olabilir. Hiç kimse kendisini Allah’a ortak
koşan olarak görmediği için, şirk içinde olanlar bile kendini şirk ehli
saymazlar. Oysa şirk; Allah’ın karşısına
bir başka güç çıkarma ile sınırlı değildir. Allah’ın sıfatları ve fiillerinin bir kısmını yine Allah tarafından
birilerine verildiği inancı ile farkında olmadan Allah’a ortak ettikleri
şeylerden medet ummalarıdır. Allahtan beklenilmesi ve istenmesi gereken şeyleri
başka vasıtalarda aramasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınız küfür hakaret içermesin. Kendi görüş ve düşüncelerinizi ekleyebilirsiniz.